Neden Bir Genç Kendi Mesleğini Kendi Belirlemeli?

“Büyüyünce ne olacaksın bakayım sen?” sorusuyla giriyor hayatımıza bu meslek konusu. Daha bit kadarken düşünmeye başlıyoruz: Ben ne olsam?

O zamanlarda bu soruya verdiğimiz cevap sayısı kısıtlu tabii. Kaç meslek biliyoruz ki zaten? En çok “Doktor olcam!” cevabı verilir bu soruya (Çünkü insanları iyileştirmek iyidir.). Çocukken hayalgücü geniş, korkular az olduğundan astronotluk (Gökleri merak etmek), itfaiyecilik (Cesaret) gibi meslekler de kendine yer bulur. Şimdiye dek duyduğum en değişik 3 cevap: 1) Banka sahibi (Kardeşim banka açma hayali kuruyordu. Neden bilmiyorum ama yaşını hesaba katarsam tam da Türkiye’nin ekonomik krizde olduğu ve bankalara el konduğu dönemdi.) 
2) Cumhurbaşkanı (Bunu söyleyen sınıf arkadaşım Süleyman Demirel’in şapkasını takmıştı. Süleyman Demirel şapkasını çıkarmamasıyla meşhurdu.)
3) Prenses (Bu ben. Kariyer hedefim 1. sınıftayken prenses olmakmış. Artık tembellik miii, yöneticilik vasfı mıı, minnoşluk ve pembeli parlaklı şeylere olan düşkünlük mü... 🤷🏻‍♀️) 

O zamanlar ailelerimiz de ne cevap versek beğenirdi. Çok absürd bulurlarsa da gülerlerdi. Sonra büyüdük... 

Meslek dediğimiz şey insanlar her şeyi kendi kendilerine halledemedikleri zamandan beri var olan bir şey. İki adet kriteri var mesleğin: 
1) Kişinin neyi becerebildiği
2) Kişinin elinde fazladan ne olduğu

Bu ikisinden biri yahut ikisi karşılığında insanlar diğer insanlardan para alıyorlar, topluma hizmet ya da mal veriyorlar (yani bir fayda sağlıyorlar), aldıkları para ile de kendilerinde olmayan malı yahut hizmeti satın alıyorlar. En basit haliyle meslek edinip çalışmak dediğimiz şey bu. İlginç bir bilgi vereyim:
İlk çağlarda ve özellikle Orta Çağ Avrupası’nda çalışmak hor görülen bir şey. Soylu insanlar çalışmıyorlar. Soylu insanların mesleği soylu olmak. Soyluların kendilerinde olmayan mallarını almak için çokça parası (Topraklarından topladıkları vergilerle) ve kendi işlerini görecek köleleri, uşakları var. Çalışmak bir fakirlik belirtisi. Bu çoook uzun süreler böyle devam ediyor. Ta ki tüccarlar zenginleşip toprak sahibi olana dek. Soylu değil bu tüccarlar ama zenginler ve zengin oldukları için de yönetime karışabiliyorlar. Para, kanla gelen gücün önüne geçmeye başlıyor. Sonra?
Sonra Sanayi Devrimi oluyor. Makineleşme başlıyor. Şehirler kuruluyor, ürünler artıyor, köleler dışarıdan getiriliyor. Fabrikalarda çalışacak insanlar lazım. İşçi sınıfı ortaya çıkıyor. Hukuk (Felsefeyi ve matematiği meslek değil uğraş saydığımızda) ilk üniversiteleşen alan. Tıp ondan da eski bir uğraş/meslek olmasına karşın üniversiteye geçmesi daha sonrayı buluyor. Tıp usta-çırak ilişkisi ile gelişen bir çeşit zanaat olarak ilerliyor. Biraz kimya, biraz anatomi... Biz İbn-i Sinalardan bilsek de, tıbbın da bir BİLİM metodu ile ilerlemesi neredeyse tüm bilim dalları gibi Orta Çağ sonu, Yeni Çağ başına denk geliyor. (Bilimsel metod demek kulaktan duyma, gelenekten gelme bilginin değil hipotezlerin deney yoluyla kanıtlanması sonucu elde edilen bilginin kabul görmesi demek. Tabii ki ilk bilimsel deneylerin hipotezleri, geleneklerden gelen bilgiler doğrultusunda oluşuyor. İlgilenenleri Bilgi Felsefesi ve Bilim Felsefesi konularını araştırmaya davet ediyorum, keyif alırlar.)

Ay ne diyorduk... Meslek... İnsan sayısı artıyor, makine sayısı da, yapılması gerekenlerin sayısı da artıyor. Bu artış bize UZMANLAŞMA dediğimiz şeyi getiriyor. Bilimler alt dallara ayrılıyor, ha keza işler de. Bir meslek grubu, kendi yaptığını başkaları kolay kolay yapamasın ama bir yandan da meslekleri yaşamaya devam etsin-öğrenilsin diye okulları açılıyor. İlk zamanlarda bir konunun üniversite konusu olması oldukça zorken günümüzde en sıradan zanaatlerin bile bir okulu, bir sertifikası/diploması var. Bir açıdan iyi: Denetimi kolaylaştırıyor. Bir açıdan kötü: Bu okullar, o meslekte çok iyi olabilecek birinin uzağındaysa (Maddi olarak, mesafe olarak vs.) bir anda o kişi bu meslekten uzaklaşmış oluyor. Sonuçta da bugün kendi kendine motor yapabilen bir çoban gördüğümüzde ona mühendis demiyor sadece gazetede haberini okuyoruz ve o bir motor yapabilmiş çoban olarak kalıyor ama hayatında bir motor parçası takmamış, takmayı da düşünmeyen kişilere ellerindeki diploma sayesinde mühendis diyebiliyoruz.

Bu kadar uzuuun bir girişten sonra asıl konumuza gelelim: Niye biz bu mesleği kendimiz belirlemeliyiz? Neden ana-babamızın ol dediğini olmayalım ki? Ya da neden puanımız neyi tutuyorsa o olmayalım? Çoğunluk böyle yapmıyor mu zaten?
Evet, çoğunluk bir süredir böyle yapıyor (Yaklaşık bir 70-80 yıldır diyelim.) Öncesinde zaten tarlası olan tarlasındaydı. Babası doktor olan doktorluk öğrenir, severse yapar sevmezse başka bir becerisine dönerdi. Hukuk dediğimiz genelde aile işletmesi olanların kağıt işlerini halletmesi için okunan bir şeydi, evrildi, içine daha çok siyaset bilimi (siyaset değil, siyaset bilimi) girdi, muhasebe-işletme kısmı azaldı falan filan. 

Yanisi, herkes zaten kendine yakın bir yol tutuyordu. Çok da sorun olmuyordu. Fakaaat sonra bu diplomalar yayılınca, üniversitenin mesleki eğitim merkezi olması yolu açıldı. E üniversiteler her geleni de alamazlardı çünkü onlar kendilerini halen bilim üretilen yerler olarak görmekteydi. Ne oldu? Sınav oldu. Önce her okul kendi sınavını yaparken sonradan merkezi sınavlar ile alımlar başladı. (Bu sadece Türkiye’de böyle değil. Sıfır sınav ile üniversiteye giriş diye bir şey yok. Kimi yerde liseyi bitirmek için olan sınavları belli bir puanla vermiş olmak gerekiyor, kimi yerde lise mezuniyetine ek olarak da sınavlar yapılıyor bizdeki gibi.) 

Merkezi sınavlar çıktııı ve olay oldu mu sana karman çorman!? Gencin özelliklerine değil puanlarına bakılır oldu bu sınavlarla. E sınavlar geliştirilebilir bilgiler üstünden yapılıyor, yani öğrenilebilen bilgiler. En zorlanılan bilgiler matematik ve fen bilgileri ama onlar bile yeterli zaman harcandığında pekala öğrenilebiliyor. Da... Bir mesleği yapmak için bu temel bilgileri iyi seviyede bilmek yeterli olmuyor. Daha fazlası lazım. Ömrün geçecek o işi yaparak.

Buraya kadar bildiğiniz şeyler. Size “Mutlu olmak istiyorsanız kendi seçiminizi kendiniz yapın!” demeyeceğim. Size kesinlikle mutluluk vaad edemem. Çünkü meslek, mutlu olmak için yeterli bir şey değil. Mesleki mutluluk için bile sadece seçtiğin mesleğin doğru olması yetmiyor. “Bak sen hemşire ol feci mutlu olcan!” diyemem. Hemşireliği çok sevebilirsin ama çalıştığın hastanedeki insanlar kıl olabilir, yolu uzak olabilir, o ara hemşirelerle ilgili abuk bi yasa çıkabilir... Ben ne bileyim, her şey olabilir! Bundan 15 sene sonra sen bambaşka bir sen olup insanlardan bıkabilirsin bile! Mutluluğu geç o yüzden.

Sana para da vaad edemem. Birçok insan meslek seçimini “Önü açık mı, iş bulur muyum, kolay ve çok para kazanır mıyım?” soruları doğrultusunda yapıyor. Çok net şunu diyebilirim: Yasal yollarla kazanılan hiçbir para KOLAY KAZANILMIYOR. Her meslekte apayrı zorluklar var. Ha kiminin zorluğu sana daha dayanılabilir gelir, işte senin orada olman daha mantıklıdır. Ve çok para ne kadar para? İş nerede iş? Nasıl bir iş? İş bulmak için hala okumaya gerek olmayan yerler mevcut. Lise mezunu bir mağaza yöneticisi birçok doktordan da, avukattan da fazla kazanıyor bugün. Çok paranın kriteri ne? 
Prestij yahut saygınlık dediğimiz bir şey var. Bunu mesleğe bağlayanlar ile insanlara insan oldukları için saygı duyulmamasından yakınanlar genelde aynı kişiler oluyor. E sen saygınlığı mesleğe bağladın kendin seçim yaparken, insanlığa bağlamadın! Çöpçüye çöp gibi davranırken, boyacıya kölenmiş gibi davranırken doktorun sana bağırmasına izin verdin filan... Noldu? Nerede kaldı insanlık? Kalmadı.
(Not: Boyacıların günlük kazancı 50-100TL arası. Çarpın bir 20-25 ile. :) Hani derdiniz paraysa...)

Sana ne para, ne prestij ne de mutluluk vaad ediyorum mesleğini kendin seçtiğinde. Ama bak ne vaad ediyorum:

Bir gün gelecek. Belki 5 belki 15 belki de 45 sene sonra... O gün gelecek ve çok bunalmış olacaksın. Dedim ya her işin zorluğu var. O zorluklarla birlikte hayatın da zorluğu var. Bunlar üst üste gelecek. Ve o an şu soruyu soracaksın kendine: Niye böyle oldu?
Hah işte... Sana bu soruya verebileceğin en güzel yanıtı vaad ediyorum: Çünkü ben böyle seçtim, ben istedim! 
N’alaka şimdi abla, her şey b*ka sarmışken neden bunu benim seçmem iyi olsun?! 
Çünkü kendi seçtiğin yolu kendin nasıl değiştireceğini bilirsin. Kendi düşen daha kolay kalkar. 
Düşünsene şu cevaplardan birini verdiğini:
- Niye böyle oldu? Çünkü annem çok mutlu olacaktı, o yüzden bu yola girmiştim. 
E anan 20 sene evvel mutlu oldu, bitti, şu an hatırlamıyor bile! 
- Niye böyle oldu? Çünkü çok para kazanırsın demişlerdi. 
Ya kazanamamışsan? Kimden hesap soracaksın? Ya da ya kazandıysan? E o zaman niye mutsuzsun? Oops yoksa mutlulukla paranın alakası mı yokmuş?! Aaa!
- Niye böyle oldu? Rehberlik hocası puanın buraya yetiyor diye yazmıştı.
Eee peki şimdi ne olacak? Rehberlikçiden hesap soramayız. E sen kendin de bir şey becermişsin duygusunu tadamamışsın, denk gelmiş gitmişsin. Şimdi ne yapacaksın? Ne yapacağını söyleyecek bir rehberlikçi yok artık. Ne olacak? Sen hiç düşünmedin de devamında olacakları, hazırlıksızsın! 

Bu cevapların içindeki kontrolsüzlüğü, çaresizliği belki şu an anlamaybilirsin. Bu çaresizliği ancak 64 yaşındaki bir kadının “Babam buraksaydı ben öğretmen olacaktım.” derken uzaklara bakan gözlerinde görürsün. İşinden yorgun argın gelen ve hayatına istemeye istemeye razı olmuş insanların yorgun ve eğik sırtlarında görürsün. Bu öyle bir bunalımdır ki, kimse senin için bir şey yapamaz. Ancak sen kendin için bir şeyler yaparsan yaparsın. Ve fakat, sen de o zamana dek hiç kendi kendine, kendin için bir seçim yapmamışsan, hiç kendi istediğin şeye ulaşamamışsan o saatte, o kadar hayat yüküyle ne yapacağını bilemez kalakalırsın. Her şey imkansız, her şey çok zor gelir. Değişim mümkünatsız gelir. Kadere söylenirsin de kardeşim o kaderin sillesine suratını uzatan sensin. Sen vurma demedin, o tokadı atacak eli tutmadın (ben o tokadın geleceğini söylüyorum ve seni uyarıyorum şu an). Haberin olan bir tokada bile bile kendini atma diyorum. Öylece hareketsiz, itildiğin yöne gitme. Kendi seçtiğin yola git. Doğru ya da yanlış yol, onu zaman gösterir. Doğru yolu seçmişsen tebrik edilecek kişi sensin, mutlu olacak sensin. “İyi ki onun dediğini yapmışım” demek ile “Kendim yaptım! Her şeye rağmen!” arasında dağlar var.
Yanlış yolsa? Gözün kapalı gittiğin bir yolun geri dönüşünü kendi kendine bulman çok zor. Bura nere diye kalakalırsın. Ama o yola kendin girdinse, geri dönüşü de bilirsin, yolda atladığın sapakları da hatırlarsın, başka yönde ne var onu da bilirsin. Kendin yürüdüğün için de devam etmek için başkasına ihtiyacın olmaz.

Ben istedim de böyle oldu dediğinde “Ben hala böyle olsun istiyorum!” diye devam ederse cümle, kendinde devam edecek gücü bulursun. Motive olmak için birinin verdiği gaza, dolduruşa ihtiyacın kalmaz. Seni eleştiren çıkarsa “Sana ne bu benim seçimim” deme şansın olur, ezilip büzülmezsin. 

Ben sana bunları vaad ediyorum. Ve bunlar bir Orta Çağ soylusunun bile elinde olmayan bir güçtür. Hazır şansın varken kullanman gerek.

Özet: Kendi mesleğini kendin seçmezsen, ileride yaşayacağın var oluşsal bunalımlar seni çok pis boğar. İnsanın hayatını kendisinin belirlemesi çok büyük bir özgürlük vesilesi ve güçtür. Bu gücü başkalarının hayallerine veya dolduruşlarına harcamak ise bir gün ağır pişmanlıklara sebep olur.





 

Yorumlar