Kendini Üniversitene Ait Hissetmek




Malumunuz ben ikinci (hatta iki buçukuncu) üniversitemi okuyorum. Üniversite maceram 2004’te Ankara Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği bölümüne girmemle başladı. Koşulları bugün değerlendirdiğimde bu bir “Kazanmak” değildi. MFciydim, alanımı sevmiyordum. Derslere çalışmıyor, son dakika geçebilecek notu bana sağlayacak kadarını ezberlemek için kendimi yırtıyordum. Ağlıyordum umutsuzluğa kapılıp. Alanı sevmediğim için alandan tercih edilebilecek bölümler hakkındaki görüşüm “Puanıma göre ne gelirse artık.” idi. Bir razı olma, lise bitse de gitsek, çilemiz son bulsa hikayesi. 

Puanım geldiğinde karşıma yeni sınırlar çıkmıştı. Babam, kötü niyetle değil, ama bilinçsizce ve biraz da korumacı tarafıyla iki sağlam sınır çekti:
1) Ankara dışı olmayacak!
2) Paralı olmayacak!

Bir sınır annişkomdan geldi:
- Mühendislik olacak. Çünkü mühendislikten para kazanılır. Çünkü ona göre mühendisler zeki insanlardır ve Seray da zeki ise mühendis olmalıdır. (Babam, hayatı hastanelerde kendi ailesi için doktor bulmaya çalışmakla geçtiği için tıp okumamı istese de okul başarım tıp okumamı bekleyebileceği düzeyde değildi. Arada imalı iç çekerdi sadece “Bi doktor olsaydın...”) 

Son sınır da bana kendi kendimden geldi. Yani puanımı aldım. Hiç unutmam: 302 puan. :) 

Bu sınırlamalarla yapılmış bir tercihin sonunda (ki 2004’te Ankara’da bu kadar üniversite de yoktu.) Jeofizik Mühendisliği geldi. Geldi diyorum çünkü onu bence ben tercih etmedim. Bu kadar az seçenek arasında seçimi siz yapmış olmazsınız. O gelir. Ve ne işe yaradığını bile bilmiyordum. Jeo ne?! Fiziki biliyoruz malum kabuslardan... 
Dayanma sürem 1.5 yıldı. Okulun sistemini o kadar bilmiyordum ki, ikinci sene yeni ders alamayacağımı dönem başında ders seçimine gittiğimde öğrendim. Kaldığım dersleri almam gerekiyordu. Kabus kare!

Bana uymayan sadece bölüm ya da dersler değildi. Başta söylemeyi unuttum: Ben bir kolej bebesiydim. Ana sınıfından lise sona kadar aynı okulda, aynı insanlarla birlikte okudum. Bu şu demek: 
1) 6 yaşından sonra “Hiç tanımadığın insanları olduğu bir ortam”a hiç girmedim 17 yaşına kadar.
2) Görece iyi koşullarda, yabancı dilde eğitim aldım. Belli bir sınıf ve materyal standardı benim “Normal”im olmuştu.
3) Yeni insan tanımadığım ve okulda hep belli bir maddi gelire sahip kişilerle yaşadığımdan ülkenin genel gerçeklerinden çok ama çok uzak yetişmiştim. Adeta korumalı bir ortamda yetişmiştim. 

2004 yılında Ankara Üniversitesi, ülkenin her yerinden, her tür aileden gelmiş her çeşit gencin olduğu, politik bir devlet üniversitesiydi. Yapı olarak eskiydi. Bilgisayarları zaten azdı, onların da çoğu çalışmıyordu. Hocalarımın İngilizcesi benden kötüydü. Sınıf arkadaşlarım benden büyüktü, beğenileri-ilgi alanları-konuşma şekilleri ve konuştukları- tavırları benden bambaşkaydı. Ve ben 17 yaşına kadar “Normal” olarak gördüğüm şeylerin dışında bambaşka bir dünyaya adım atmıştım. 17-18 yaşında biri için bu gerçekten korkunç bir durum. Dünyaya karşı tek başına bir sen hissi yaratıyor. 
———-0———0——-0———-

19 yaşında, ailesi tarafından mühendislik okuması istenen, vazgeçmenin bir zayıflık olarak görüldüğü ortamda bir kızın okulu bırakırken neler yaşamış olabileceğini az çok tahmin edersiniz. Özetlemek gerekirse: Çok göz yaşı, çok bağırma, çok çarpılan kapılar...

Ailemin olmasa da ailemin arkadaşlarının desteğiyle bir şansım daha oldu. Yine sınırlar vardı, ama en azından biraz daha bilinçli bir tercihti. Yeterince bilinçli değil, ama daha bilinçli.
Sınırlar:
Babam- Ankara dışı olmayacak!
ÖSYM- MF öğrencisi alan dışından sadece İşletme ve İktisat’ta okul puanını tam alır. Diğer bölümlerde okul puanı 0,8 yerine 0,3 ile çarpılır. (Hani “OBP yarıya düşünce çok geri atıyor mu?” sorusu var ya, alandışı tercihte yarıdan da fazla düşüyordu puan.)
Ben- Çalışamıyorum, beceremeyeceğim, matematikten nefret ediyorum, edebiyat-coğrafya görmedim senelerdir. 

Kafamda İşletme okumak vardı. ODTÜ büyük bir hedefti. Tam burslular büyük hedeflerdi. Sınava 3 ay vardı çalışmaya başladığımda. Butik bir dershanedeki 8 öğrenci arasındaki tek mezun bendim. 280 puanla dershanede birinci oluyordum. Hssjsklslslsl!
Gönlümde Bilkent vardı, evimin karşısındaysa Başkent Üniversitesi. Bilkent niye vardı?
Okuldan tanıdığım çoğu kişi oraya gitmişti. Ortam olarak daha alışık olduğum bir ortamdı insan ve yapı manasında. Ayrıca şöyle bi düşüncem vardı: İşletme para kazanmayı öğretir, para kazanmayı da en iyi para kazanmış hocaların olduğu yerde öğrenirim. (Zannediyorum ki Odtü’de, Hacettepe’de insanlar para kazanmıyor hdjdkslslsl... 19 yaşındayım, koçlar yok, internet yok ve yapayalnızım. Ne bekliyorsunuz?!) Başkent’i ise kendimce küçümsüyordum. Niye? Ortamını, içeriğini bildiğimden değil. Puanı daha düşük diye sadece! :) 

Sınav yaklaştıkça umudum düşmüştü. Bilkent olmayacak gibi görünüyordu. Sonuçlar açıklandığında Bilkent’e yerleştiğimi görünce çığlık atmıştım sevinçten. Mutluluğum canım babişkomun “Parayla dedem de okur, hep bana zararsın.” demesiyle kısa sürmüş olsa da bu bir “Kazanmak”tı. İstemiş ve girmiştim. 

Fakaaat bugün bakınca Bilkent de aslında doğru seçim değildi. Evet Ankara Üniversitesi’nden sonra kendimi daha “Normal” hissettiriyordu ama bu sefer de başka sorunlar vardı. 
1) Okuldan Bilkent’i tercih edenler aslında benim yakın arkadaşlarım değil sadece “Tanıdık”larımdı. Ve 3. sınıfa geçmişlerdi. 
2) Maddi durum olarak ailemi zorluyordum. Dolayısıyla ekstra bir harcama şansım yoktu. Bu da hayat standardımı sınırlandırıyordu gerçekten + Babam bu konudan bahsetmekten bugün bile vazgeçmedi ve o zamanlar sinirlensem de şu an kendi parasını kazanan biri olarak onu haklı buluyorum. Ne kadar zor duruma soktuğumu şimdi anlıyorum. 
3) Ben 38 bedensem Bilkent 40 bedendi. Çok değil ama bir boy büyüktü bana yani. Sınıfımda Türkiye 11.’si vardı, Oxford Fizik’ten yatay geçiş yapmış bir Matematik Olimpiyatı şampiyonu vardı. (11. olan kankam oldu, diğeriyle iş kurdum mezun olduktan sonra ama onlar ayrı hikayeler) Hayat görüşleri, hayattan beklentiler yine tam örtüşemedi. Ben burslu tayfayla takılan burssuzdum çünkü burssuz olanların hayatı yaşadıkları hayat tarzı bana maddi manevi uygun değildi.
4) En sevdiğim üç arkadaşım Başkent’teydi. Onlarla vakit geçirmekte zorlanıyordum çünkü vize tarihlerimiz uymuyordu, okul zorluyordu seviye olarak. Bilkent’teki arkadaşlarımı seviyordum, çok güzel zaman geçirdik orası ayrı, ama kalbimin bi kısmı hep Başkent’tekileri özledi. 

İşletme bana uygun bölüm müydü? Hmmmhh buna direkt evet diyemiyorum. Jeofizik’ten daha uygun olduğu kesindi. Ama en benlik bölüm değildi, oraya da ayak uydurmak için çok çaba harcamam gerekti. Pişman mıyım? Hayır. Çok şey öğrendim. Çok farklı bir bakış açısı kazandım. Yine de büyük denizdeki küçük balıktım Bilkent’te. Ortamda Bilkentli yoksa “Bilkentliyim” demek bir prestijdi ama 120 adet Bilkentlinin olduğu bir sınıfta ben neydim?! Ortalama, sıradan öğrenci. 

Bizler hep tercihleri taban sıralamaya göre yapıyoruz. Aslında sınavda yaptığımız sıralama bize müfredat hakkında ne kadar bildiğimizden fazlasını söyleyebiliyor: Mesela hayat tarzınız hakkında fikir veriyor. O yüzden tıp, hukuk puanları yüksek mesela. Çalışmaya olan yatkınlığınız, hayatınızda çalışmanın yeri, rahatlık anlayışınız... Birçok öğrenci, aile ve hatta rehber hoca bu durumu göz önünde bulundurmuyor.
 
- Kimi insan çalışma odaklıdır. Hayatı iş olabilecek yapıdadır. Strese dayanıklılığı yüksektir. Konu ayırt etmez. Ver kitabı bunu çalış de, çalışır.
- Kimi insan daha rahattır. Öğrenmeyi çalışmayı sever ama işine geldiği kadarını sever. Daha sosyal olmak ister, dört duvar arasında olmaktan bunalır.
- Kimi hareketlidir, enerjiktir. Yerinde oturamaz. Çalışma kavramına bakışı “Koşturmak”tır. Koşturmadı mı zevk almaz. Bu da onun masa başına geçmesine engel olur, oturularak öğrenilen şeylerde sıkıntı yaşar.

Bölüm seçerken bunlara dikkat etmek önemli. 2-3 kere mezuna kalıp yüksek sıralama yapsanız da, genel olarak çalışmaya bakışınıza uygun bir bölüm seçmek gerek. Çünkü tüm hayatı YKS mezunu çalışması  psikolojisiyle “Yetiştirmem gerek, yüksek olması gerek” modunda geçirmek mümkünatsız. E bölümünüz öyle bir bölümse, devamlı surette çalışma isteyen bir bölümse hayatınız bu olacak demektir. Bu size uymuyorsa bölümün adı güzel olsa da siz mutlu olmazsınız.

İkinci mevzu üniversiteyi seçmek.
Adına kanıyoruz, puanlarına kanıyoruz. Girebileceğimizin en iyisi olarak gördüğümüze girmeye çalışıyoruz ama bu da bazen hüsrana sebep oluyor. Sizin geldiğiniz (Maddi & manevi) yer ile, okuldaki insanların geldiği yerin uyuşması; şehri sevmek; okulun yapısını ve hatta bazen politik görüşünü (olmaması için çalışılsa da günümüzde bile hala üniversitelerin genel bir politik esintisi var) benimseyebiliyor olmak, en azından çok da zıt olmamak... Bunlar gerçekten önemli.
Bayburt Üniversitesi’nde okuyan ve çok mutlu olan öğrencim de var, Boğaziçi Üniversitesi’nde olup “Ben buraya ayak uyduramadım” diye ağlayan öğrencim de. (Ne istiyor ya! Boğaziçi kazanmış! Mutlu olmalı! demeyin. O işler öyle olmuyor. Tercih sonucu açıklanan günün heyecanı maksimum 1 ay sürüyor. Sonra gerçek hayatla yüzyüzesiniz.) 

Büyük bir denizdeki küçük balık olmaktansa, kendi boyutunuza daha uygun bir deniz seçmek hatta mümkünse küçük denizdeki büyük balık olmak hayatınızı inanamayacağınız şekilde etkiliyor. 
Derslerinizi düşünün: Bazısında daha iyisiniz. Neden? Sadece harcadığınız süreden değil. Yapabildiğinizi gördüğünüz için o derse çalışasınız geldiğinden. Hemen hemen benzer konuların işlendiği iki üniversitenin birinde yapabilme durumunuz sizi sınıfın sonuncusu yaparken diğerinde sınıfın başarılısı yapıyor. Çünkü birinde taban puandan girdiğiniz sınıftasınız, diğerinde ise tavan sizsiniz. Sizden daha iyi bilen yok konuları. Hangisinde daha iyi hissedersiniz? Hangisinde daha motive olursunuz? 

Kendimden örneklemeye devam edersem:
Başkent’i dereceyle bitirdim deseydim, Bilkent’i bitirmiş olmaktan daha çok prestijim olurdu. Bilkent’i 2.53 ortalama ile bitirdim (Mezun olmak için zaten 2.00 gerekiyor.) 

Şu anki okuluma 30 yaşında girdim. Sınava çalışmadan girdim ve bursluyum. Sadece bu bile sizi sınıfın büyük balığı yapıyor. Büyük balık sorumluluğunu sırtlanıveriyorsunuz. Eskisinden daha çalışkan olma sebebim daha çok şey bilmem değil, hayat tarzımın değişmesi de değil. Hala “Çalışmayı çok seven ve sıkılmayan” biri değilim! Evet itiraf ediyorum: Ben bir öğrenci koçuyum ve bazen çalışmaya oturmak bana size geldiğinden bile zor geliyor! (Zaten iyi bir koç olmamı sağlayan da bu! Durumu bizzat yaşadığım ve kendim üstesinden gelmeyi başarmak için çözüm ürettiğim için başka birçok koçtan farklı bakabiliyorum. Daha iyi anlayabiliyorum durumları ve koşulları. Bu da size daha iyi aktarımlar yapabilmemi sağlıyor.)
Ortalamam şu an 3.81.
Kendimi okula ait hissediyorum. Benden ne eksiği var ne de çok fazlası. Bölümü zaten çok seviyorum. Konular ilgimi çekiyor. Ve düşünmeden edemiyorum: 
Acaba 18 yaşındayken bu huzuru deneyimlemiş olsaydım bugün nasıl biri olurdum?! 

Yazının özeti:
- Sınava çalışırken evet sınırlarınızı zorlayın ama çok da zorlamayın. Genel hayatınızda olmasına tahammül edebileceğiniz kadar olsun. Böylece buna uygun bir sıra yapmış olursunuz.
- Bölümünüzü kendi ilgi alanınıza göre seçin.
- Üniversiteyi seçerken sadece adına ve puanına bakmayın! Sadece “Toplum burayı daha iyi görüyor” diye düşünmeyin. Oraya giden insanlarla benzeşme durumunuza, okulun genel politik yaklaşımına, okulun öğrencisine sunduğu olanaklar ile sizin beklentinizin uyuşmasına, şehrine (ve ailesinin kuzusu mu yoksa özgür olmak isteyen bir kartal mı olduğunuza), şehirden beklentilerinize odaklanın.
- Taban sıralamasına zar zor eriştiğiniz okuldaki küçük balık olmak yerine tavanına ya da en azından ortalamasına daha yakın olduğunuz okulu seçin ki üniversite hayatınızda özgüvenli olabilin. Sıradan ya da kötü değil iyi öğrenci olabilin. 





Yorumlar

Hedefneydii dedi ki…
Merhaba Seray Abla :) Yazıların gerçekten çok ilham veriyor ve kendimi sorgulatmamı sağlıyor. Ben başarmak istediğim çok şey varken ve kendimi onu yapabilecek potansiyelden daha düşük görmediğim halde , harıl harıl ders çalışamıyorum hayallerim için . Heh tamam çok iyi gidiyor çalışmalarım dediğim zaman (genelde bu en fazla 2 hafta sürer ) , sonrasında dersin başına kendimi zor oturtuyorum . O kopukluklar olunca da tekrar baştan başlamam gerekmiş gibi hissediyorum birkaç tekniği veya konuyu unutunca . Bu da beni gerçekten yıpratıyor. İlk mezun yılım , sanki kazanamamışım gibi konuşanlara aldırmadım çünkü hayalim var ve onun için mezuna kaldım. Hayalim için ne kadar zor geçse de yine kalırım diyorum ama kendimden de korkuyorum . Yani iç sesimden yapamayacakmışım da pollyannacılık oynuyormuşum gibi de geliyor bazen. Evde kendim çalışmaya çalışıyorum, kendimi disipline ederim diye düşünüyordum önceden ama ben kendimi disipline etsem bile evde olduğum için hep bir şey çıkıyor (aile apartmanı bir de ) , biri bir şey isteyince hayır da diyemiyorum çünkü hepsi bir anda istemiyor (sanki gün gün sõleşmeliymiş gibi oluyor ) ve alt tarafı bir şey dedik sınavına bu birkaç saat mi sorun olacak cümlesi duymak istemediğimden kabul ediyorum , kıramıyorum çoğu kez. Böyle düzenim bozulunca moralim de bozuluyor, dersin başına geçmek o kadar zor geliyorki sonradan . E bazen de benim kendi moralim derslerden dolayı bozulunca bir de öyle zaman kaybı giriyor araya . Bu sefer kendimi sorgulamaya başlıyorum , çok azimli bir insan değilim ama olan azmimde başkaları tarafından gidince iyice salıyorum kendimi . Ben pdr veya sosyoloji istiyorum , insan psikolojisine ilgim var ve severek sıkılmadan üzerinde araştırma , okuma yapabiliyorum. Bu kendimi salma durumu araya girince de acaba gerçekten o mu benim hedefim ? gerçekten hedefim olsaydı beni hiçbir şey yıldıramaz mıydı ? Ne istediğimi bilmiyor muyum ? Ama bunlardan başka hiçbir meslekte de hayal edemiyorum kendimi . Böyle daha bir sürü sorular soruyorum kendime ama cevabında emin olamıyorum . Böyle olunca da boşlukta hissediyorum . Belki birbirleriyle çok bağlantılı cümleler kurmadım ama yazmak istedim , okuduysan teşekkür ederim .. Seni (sizi demediğim için tuhaf geliyor ama insan ablası gibi gördüğü birine de diyemiyor , o yüzden üslubumun yanlış anlaşılmasını istemem :)) ve yazılarınla yanımızda oluşunu Çok Seviyorum, İyiki Varsın , İyiki Bizimlesin . Allah karşına hep güzel insanlar çıkarsın , yolunu güzel ve hayırlı eylesin ve senden razı olsun :)
Adsız dedi ki…
Çok güzel yazmışsınız elinize sağlık. Hayat deneyiminiz oldukça fazla. Bence lise de sosyolojiyi seçseydiniz bu yaşınızda bu kadar bilinçli olmayabilirdiniz. Belki Seray Ablamız olmazdınız :) Hayat sizi farklı yollara sürüklemiş ama siz bunlardan ders çıkartarak, kendiniz için doğru olan seçeneği bulmak ve uygulamak için çabalamışsınız. Ve ortaya kaliteli bir Seray Abla çıkmış oldu :))
less is more dedi ki…
seray abla evlenmeyi düşünmüyor musun..